Öğrenme konusunda yapılan karmaşık araştırmalar bugün, birkaç yıl öncekinden çok daha farklı düşünmenize olanak sağlıyor: Çeşitli incelemeler yeni doğmuş bir bebeğin alışkanlıklarını nasıl edindiğini, nasıl doğrudan ve dolaylı olarak koşullandığını aydınlatmıştır.
Alışkanlık edinme ve koşullanma
Son yıllarda yapılan incelemeler, yeni doğmuş bir bebeğin görme organına gelen uyarılara nasıl kolayca alıştığını göstermiş bulunuyor. Alışkanlık edinme üzerine yapılan araştırmalar, merkezi sinir sisteminde görülebilecek bozuklukların değerlendirilmesinde kullanılabilmektedir. Bu alanda birtakım ileri tekniklerin geliştirilebileceği anlaşılmaktadır. Michael Lewis 1967’de yeni
doğmuş bebekte görsel alışkanlıkların yerleşememesinin, beyindeki bozukluktan ileri gelen başka öğelerle sıkı sıkıya bağlı olduğunu ortaya koymuştur. Doğum sırasında kafatasları aşırı derecede basınçla karşılaşmış olan bebeklerin herhangi bir alışkanlık (örneğin bir besinin tadına alışma) edinmede geç kaldıkları saptanmıştır; ayrıca, doğum sırasında yüksek dozda anestezi uygulamak zorunda kalınan annelerin çocuklarında da uzun süre alışkanlık edinememe durumunun devam ettiği gözlemlenmiştir.
Pavlov’un ortaya attığı koşullu öğrenmeye gelince: Pavlov, köpekler üzerinde yapmış olduğu deneylerden birinde köpeğe her yemek verişinde bir zil çalmıştır. Böylece, köpek yemek sırasında çalınan zil sesine alışmıştır. Pavlov daha sonra yalnızca zili çalmış,yemek vermemiştir. Ancak bu zil sesi köpeğin mide salgılarının harekete geçmesine neden olmuştur. Yani köpeğin midesi sanki yemek yenmiş gibi sindirim salgıları üretmiştir. Demek ki köpek yemek ile zil sesi arasında bir bağlantı kurmuştur. Pavlov buna
“koşullu refleks” adını vermiştir. Bir başka deyişle koşullu öğrenme… Pavlov koşullanması, çeşitli hastalıkların tanısı amacıyla da kullanıldı. Örneğin, daha 1923’te Aldirch, bu yönteme dayanarak sağırlığın çok erkenden tanılanmasın/ sağlamıştır.
Dolaylı koşullanma
Dolaylı koşullanma konusunda da sayısız araştırmalar yapılmıştır. Örneğin, Sameroff, koşullandırma yoluyla, beslenme saatlerinin değiştirilebileceğini göstermiştir; Milevvski ve Siqueland 1975 yılında bir aylık bebeklerin aileden gelme uyarılarla yabancısı olduğu uyarıları ayırt edebildiklerini ortaya koymuştur. (Dolaylı koşullanma, ‘doğrudan doğruya belirli bir uyarının yanıtı olmayan bir eyleme koşullanma’ demektir.)
Yukarda sözünü ettiğimiz araştırmaların önemi, yeni doğmuş bir bebeğin duyusal yetilerinin ve onları harekete geçiren sistemlerin arasındaki eşgüdümün ortaya çıkarılmasını sağlamış olmalarındadır. Bu veriler, bebeklerin ruhsal yaşamları üzerinde yepyeni ufuklar açmıştır. Sözgelimi, daha önce saydığımız özelliklerin çoğu “bağlılık davranışları” olarak adlandırılan durumun ortaya çıkışı açısından son derece önemlidir ve bunların erkenden ortaya çıkmaları da ilk ilişkilerin ne kadar önemli olduklarını kanıtlar. Bu konuda yapılan araştırmalar, anne-babayla bebek arasındaki ilişkilerin incelenmesinde yönlendirici ilke olarak kabul edilegelen Bovvlby’nin öne sürdüğü “bağlılık kuramı”nın reddedilmesinden sonra daha da hız kazanmıştır. Bowlby, bir bağlılığın yaklaşık altı ayda oluştuğunu düşündüğünden, anne-babadan erken ayrılma olayını ister istemez pek önemsemiyor ve incelenmesi için bir neden görmüyordu. Bununla birlikte, bu konuda eleştirilerin artması üzerine, araştırmalar yavaş yavaş genişledi ve sonunda bebeğin ilk aylarındaki toplumsal ilişkilerini de kapsamı içine aldı: Bu arada yeni doğmuş bebeklerin çeşitli yetenekleri yeniden keşfedildi. Bruner tarafından “kompetans” olarak tanımlanan bu durum yeniden değerlendirildi. Bovvlby’nin yapmış olduğu araştırmaların yerini, ‘ ‘erişkin-bebek-erişkin’ ‘arasındaki iletişim sistemlerinin incelenmesi aldı. Özellikle bebekle anne-baba arasındaki ilk karşılaşma ve bunun hangi koşullar altında gerçekleştiği üzerinde incelemeler yapıldı. Bu çalışmalardan şimdilik elde edilen sonuçlara göre, erken ayrılığın anne ile bebek arasındaki etkileşim modellerini temelden değiştirdiği ve bunun etkilerinin en az birkaç ay sürüp gittiği ortaya çıkmıştır.
Kritik dönem
Aynı bakış açısıyla kritik dönem ilişkin, daha doğrusu gelecekteki toplumsal davranışların
temellerinin oturtulacağı döneme ilişkin etolojik (karakter bilimsel) araştırmaların verilerinden yola çıkanların çoğu, insan türünde de bir ya da birden çok kritik ve duyarlı dönemin bulunduğunu kabul etmektedirler. İnsan bu dönemlerde gelecekteki toplumsal ilişkilerin gelişmesi için gereken davranış biçimlerini kazanmaktadır.
Psikolojik verilerle, etolojik veriler bir arada ele alındığında lohusalık döneminin incelenmesine ve bunun anneyle bebek arasındaki iletişim biçimlerinin kökenini belirlemenin önemine yönelik iki ayrı yaklaşım ortaya çıkmıştır.
Bir yandan, doğumdan hemen sonraki süre içinde anneden ayrılmanın davranışlar üzerinde olumsuz, hattâ yıkıcı etkileri olabileceğini ve bu dönemde annenin ilgisiyle bebeğin buna yanıtının bir ölçüde sonraki etkileşimlerin tipini ve niteliğini belirleyebileceğini gösteren çok sayıda çalışma vardır. Öte yandan anneyle “diyalog” kurulmasında, bebeğin büyük payı olduğu da kanıtlanmıştır: Yeni incelemeler, bebeğin, annenin ilgisine karşı hiç de edilgen kalmayarak, etkileşimin gerçekleşmesinde kuşkuya yer bırakmayacak kadar aktif bir rol oynadığını ortaya koymuştur. Yaşamının ilk altı haftasında bebeğin “ne gördüğü ne de işittiği” yolundaki inançlar, onun algılama yetilerine ilişkin çok sayıdaki sistematik deneyler sonucu geçerliliklerini çoktan
yitirmiş bulunuyor. Ancak, aile bireyleriyle iletişime mümkün olduğu kadar çabuk katılması da kuşkusuz, bebeğin algılama yetilerine, uyarılara karşı dikkatini sürdürmek ve yönlendirmek isteğine ve yüksek düzeyde bir uyanıklık durumunu korumasına bağlıdır. Bebeğin, dış dünyadan gelen dürtülere göre uyanıklık düzeyinde değişiklikler yapabilmesi, onun yalnız edilgen bir alıcı olarak görülmeyip çevresiyle olan ilişkilerinde her bakımdan bir “birey” olarak kabul edilmesini gerektirmektedir. Bebek çevresindeki hemen her şeyi algılamakta ve kendine göre bir tepki göstermektedir. Bütün bunlar anne-bebek arasındaki ilişkilerin bugüne kadar ne kadar sınırlı olarak ele alındığını ve eldeki bilgilerin bu karmaşık olgunun gerçek yönlerini yansıtmaktan ne kadar uzak kaldığını göstermiştir. Ergin yaşlardaki kişilik bozukluklarının anneyle bebek arasındaki ilk ilişkilerdeki aksaklıklara bağlı olduğunu öne süren psikanalitik yorumların birer varsayım olmaktan öteye gidemediği de bir gerçektir. Bebeğin daha doğduğu andan başlayarak (giderek belki ondan çok öncesinden) çok karmaşık bir toplumsal “ağ”ın tam ortasında bulunduğunu, bu ağın yalnız anne tarafından değil, baba-kardeşler ve yaşıtlar tarafından da örüldüğü göz önüne alındığında anne ile baba ve anne ile bebek arasındaki ilişkilerin ne derece önem taşıdığı ortaya çıkar.