Terörizmin Sosyal Nedenleri
Terör örgütleri mensuplarının genel kısmının en belirgin özellikleri, ortak coğrafi özelliklerdir. Bu durum, bölücü terör açısından en geçerli nedendir. Yaşadıkları coğrafya sebebiyle, merkezden uzak olan ve yaşam statüleri; sanayisi gelişmiş bölgelere oranla daha aşağıda kalan insanların bazıları, toplumsal yada ekonomik dağılımın kendilerine eşit olarak sirayet etmediğine ve bu sonucun bilinçli politika nedeniyle oluştuğuna inanırlar. Başlangıçta, bu yanıltılmış bilinç, bulanık bir öngörü biçimindedir. Süreç içinde, terör örgütleri, bu düşünceyi istismar ederek, halkı bölgesel ayrımcılığa sürüklemektedirler. Terör önce, sanayisi yeterince gelişmemiş ve ekonomik koşulları oturmamış coğrafyada yaşayan halkı, içinde bulundukları koşulların sorumlusunun devlet idaresi olduğu yönünde bir isnatla, devlet otoritesine karşı kışkırtmaktadır. Bu coğrafyalarda yaşayan halkın eğitiminin eksik, siyasal bilincinin ise yetersiz olduğunu bilen terör odakları, propaganda ve yanıltma taktikleri ile bu kimseleri otoriteye karşı tavır alması yolunda ikna etmeye çalışır.
Ulusun namusu sayılan vatan sınırlarını koruyan, can, mal ve sosyal güvenliğini sağlayan kolluk kuvvetleri, bu bölgede yaşayan halka adeta bir “düşman” gibi gösterilir.
Kırsal bölgelerde yaşayan nüfus, sanayi merkezlerine oranla neredeyse %-60 oranında fark eder. Aslında bu bölgelerde yaşayan halkın sosyal ilişkileri büyük şehir yaşamına oranla daha yoğundur.
Bu bölgelerden, merkez bölgelere göç eden insanların büyük bir kısmı ise hayal kırıklığına uğramıştır. Çünkü, sanayisi gelişmiş büyük şehirlerdeki yaşam koşulları oldukça güçtür. Bununla beraber, bu şehirlerdeki sosyal ilişkiler seyrektir. Bu nedenle merkez bölgelere göç eden insanlar; sosyo-ekonomik sıkıntılar çekmekte, coğrafi-kültür çatışması ve psiko-adaptasyon sorunları yaşamaktadırlar.
Aslında; ülke, çeşitli kültürel unsurlarıyla bir mozaiktir. Törel alışkanlıklar topluluklara göre değişir. Topluluklar ise coğrafi alanlara göre farklılık gösterir.
Endüstri ve sanayi, coğrafi konumlara göre sınıflandırılmıştır. Bölgelere has özel madenler ve diğer yer altı zenginlikleri, kendi alanında bir hammadde oluşturmaktadır. Ancak, sanayi de esas olan, tüketimin yoğun olduğu alanlarda faaliyet göstermektir. Büyük şehirler ve sanayi anlamında ivme kazanmış coğrafi bölgeler, birinci dereceden tüketime açık olan alanlardır.
Bir bölgenin, sanayi anlamında kalkınması için, salt hammadde zenginliği yetmemektedir. Hammaddenin varlık amacı; işlenerek tüketime hazır hale getirilmektir. Hammaddenin işlendiği alanlar ise, tüketimin yoğunlukta yapıldığı bölgededir.
Bu endüstriyel gerçeğin ışığından hareketler şunları söyleyebiliriz.
Kırsal bölgelerdeki sanayi yoksunluğu, devletin bilinçli politikası değil, endüstriyel ve ticari bir mantığın sonucudur. Bir üretim ünitesinin, tüketim alanından uzak bir bölgeye yerleştirilmesi, tüketimi geciktirmek ve nakliyeyi zorlaştırmak olur. Bu olumsuzluklara rağmen girişimci iş adamlarının ve devlete ait ticari işletme ünitelerinin bu bölgelerde faaliyet göstermesi, ekonomik açıdan “zararı” beraberinde getirecektir.
Peki, salt üretim yapılamadığı için, bu bölgeler kendi kaderine mi bırakılacaktır? Elbette hayır!
Dünya üzerinde, sanayi üretimi yapılmayan, ama ekonomik ve sosyo-kültürel açıdan gelişmiş coğrafi bölgeler mevcuttur.
Bu bölgelerde, ticaret üretimle değil, turizmle ve özgün hammaddenin yerel piyasayla birlikte aynı zamanda yurt dışına ihracıyla sağlanmaktadır. Hal böyle olunca, hammadde ve ticaretten edinilen kar, bölgenin içine akmakta ve böylece bölge, sosyal, kültürel ve ekonomik anlamda zenginleşmektedir.
Bölgesel ekonominin güçlenmesi, beraberinde sistemli eğitimi getirmekte ve sistemli eğitimle yetişen bir toplum, siyasi ve sosyal gerçekleri görebilmektedir.
Peki devletin burada yapması gereken nedir? Cevabı çok basittir. Ancak uygulaması kolay bir süreç değildir.
Her şeyden önce devlet, kırsal bölgelerdeki sanayi yoksunluğu açığını kapatmak için, bölgenin sahip olduğu özgün hammaddeyi üretecek büyük çapta tesisler inşa etmelidir. Devlet desteğiyle açılan her üretim tesisi; iş istihdamı demektir.
Bu acil bir siyasi öngörüdür. İş imkanı sağlanan bireyler ekonomik açıdan refaha kavuşacak, bunun sonucunda da bölgesel eğitim de güçlenecektir.
Yerleşik hammadde üretimini sağlamak için, sanayi zeminini güçlendirmek gerekmektedir. Sanayi zeminini kuvvetlendirmek ise ciddi bir ekonomik politikaya bağlıdır. Uzun süredir bütçe açıklarıyla uğraşan ve terörizmi engellemek için ciddi harcamalar yapmak zorunda kalan devletin bu dengeleri bir anda değiştirmesi ise kolay görünmemektedir.
Terörizm propaganda uyguladığı halka şöyle der: “Devlet size bilerek ve isteyerek sanayi imkanlarını sunmuyor ve iş istihdamı olmadığı için hepiniz ekonomik sıkıntıdasınız. Bu ayrımcı siyasetin kötü sonuçlarından kurtulmak için savaşmalısınız”
Devlet, anti propaganda politikasında ise halka şöyle der: “Önce, terörü engelleyin ve teröre destek vermeyin. Sosyal huzuru tesis edin, bu koşulları yerine getirirseniz, hem girişimci iş adamları can korkusu olmadan bölgenizde üretim yapar, hem de devlet sadece kolluk kuvvetleriyle değil, üretim imkanlarıyla da sizin yanınızda olur.”
Bu iki iradenin arasında kalan toplum ise, sadece iş istihdamı ve ekonomik anlamda refaha çıkmayı talep etmektedir. Bunun için izlenecek yol ise; terör odakların tuzağına düşmemek ve sosyo-ekonomik sıkıntıların atlatılması için rejime güvenmektir.
Salt coğrafi koşullar nedeniyle yoksul kalmak elbette bir kader değildir. Sanayi üretiminin olmadığı yerde, zirai üretim bulunmaktadır. Zırai üretim ise, aslında ekonomik temelleri oluşturan bir paydadır.
Bu karmaşık çıkmazı formüle etmek zor değildir. “Sanayin yoksa tarımın var” demek için ise, tarımsal üretimin zeminlerini ve ticari koşullarını dengelemek gerekmektedir.
Ekonomik Nedenler
Yakalan terör örgütü mensuplarının hazırlık aşamasında verdiği ifadelerde, bir çoğunun geçim sıkıntısı içinde oldukları yani, işsiz, az gelirli yada geçimini meşru olmayan yollardan kazanan bireyler olduğu anlaşılmaktadır. Bu sorun daha çok, bölücü terör örgütünün efradı ve kırsal kesimde yaşayan teröristlerde görünmektedir. Terör örgütü mensubu; yoksulluğunun nedeni ile etnik yada sosyal sınıfı arasında bir rabıta kurarak, ulusal sistemin kendisi gibi kişiliklere karşı olduğu fikrine kapılmıştır. Bu sayede otoritenin, baskıcı, ayrımcı ve sınıfsal statüye göre tutum belirleyen bir rejim olduğuna inanmaktadır.
Terörün ekonomik nedenlerini ortadan kaldırmak, bu yanlış zannın yok edilmesiyle mümkün olmaktadır. Çünkü terörizm, bu durumu, psikolojik telkin yöntemi aracılığıyla kullanarak istismar etmektedir.
Dikkatli bir gözlem yapıldığında, eğitim imkanın dar olduğu alanlarda, ekonomik imkanların da dar olduğu görülecektir. Bir çok terör uzmanı, sosyal eğitim ile ekonominin ilintisiz olduğunu sav etse de, bu görüşe katılmak pek mümkün görünmemektedir.
Yoksulluk içinde olan bireyin, sosyal eğitimini sağlaması için ekonomik koşullarını nispi oranda yerine getirmesi gerekmektedir. Sosyo-ekonomik açıdan refaha kavuşmayan bireyler, kendi aralarında bir sınıf oluşturmaktadırlar. Bu sınıfın efradlarının ortak özellikleri, ekonomik anlamda geçim sıkıntısı çekiyor olmalarıdır. Geçim sıkıntısıyla uğraşmaktan, bireysel eğitimine yönelemeyen bireyler, sosyal ve siyasi bilincini geliştirememektedirler.
Eksik bilinç sonucunda oluşan mantık yanılsaması, aslında ekonomik sıkıntının ve bu sıkıntı nedeniyle oluşan sosyal öfkenin yoğrulmasıdır ve terör; bu fırsatı kaçırmaz.
Terörizmin varlık gerekçelerinden biri olan ekonomik unsur, teorik olarak irdelendiğinde, çözüm başlıkları hemen belirlenebilir. Ancak, çözümü kolay gibi görünen bu sorun, pratikte uygulanıldığında, sanıldığı gibi erken çözümler getirmemektedir.
Kendi aralarında bir zümre oluşturan teşekküller, salt yaşadıkları ekonomik sıkıntı nedeniyle ve terörizmin tetiklemesiyle otoriteye karşı muhalif bir tutum gösterebilmektedirler. Çünkü; potansiyelleri, dinamik yapıları ve siyasi fikirleri terör odaklarınca kullanılmıştır. Sonuçta, davasına inanmış, devleti ve rejimi bir düşman olarak algılayan kişilikler haline dönüşmüşlerdir.
Bu, tehlikeli bir sonuçtur. Ekonomik koşulları nedeniyle, kendilerini bir alt sosyal sınıfa mensup gören bazı kişiler, yaşadıkları ekonomik sıkıntılarının entrikaya dayalı bir politika neticesinde olduğuna inanmışlardır. Bu zümreye göre; otoritenin sahip olduğu irade, bilerek ve isteyerek, sosyal tabakalar oluşturmuşlardır.
Bu hatalı kavrama göre;
Alt tabaka, ekonomik sıkıntılarla boğuşmak zorunda kalan, kolay sindirilebilir ve her koşulda kullanılabilir bireylerden oluşmaktadır.
Birincil Tabaka; ekonomik ve politik açıdan nüfuz sahibi olan, zengin ve alt tabakadan dilediği gibi faydalanan teşekküllerdir.
Ulusalcı bakış açısında, sosyal sınıflar yoktur. Bir sınıfın başka bir sınıf üzerinde tahakkümünden söz etmek ise, rejime muhalif bir tutumdur. Yasa önünde her fert eşittir. Kişiler, sosyal sınıf, dinsel sınıf, etnik sınıf olarak ayrılmazlar. Kanun koyucu, bu özellikleri bir yana koyup, önce “insan” faktörüne ve sonra “vatandaş” olgusuna itibar eder. Muhalif eylemler bu çerçevede değerlendirilir.
Hal böyle iken, ekonomik koşullardan kaynaklanan sorunları barındıran bireylerin, kendi aralarında bir sınıf oluşturmasının çok doğal olmadığı anlaşılacaktır. Sınıflaştırma ve ayrımcılık, terörizmin uyguladığı bir psikolojik-propaganda taktiğidir.
Devletlerin, bu tür sınıflaşmaları önlemek için geliştirdiği politik stratejiler bulunmaktadır. Örneğin İtalyan parlamentosu 2001 yılında aldığı bir kararla, ülke içinde yaşayan çingenelerin ekonomik durumlarının sosyal standartların altında kalmaması için, bu kimselere özel mali destek ve özel iş istihdamı sağlanmasını kararlaştırmıştır. Bu karar, resmileştirildiği andan itibaren bu zümrelerin efradlarının sosyo-ekonomik koşulların düzeltilmesi yönünde sağlam adımlar atılmıştır.
Yukarıdaki örnek, sosyal sınıflaşmadan kaynaklanan muhalif tavırları engellemek yönünde geliştirilen akılcı bir politik stratejidir.
Sosyal nedenler
Terörizmin, provokasyon ve kışkırtma yoluyla karmaşa ortamı yaratmasında en etkili hedeflerinden birinin sosyal sınıflar oluşturmak ve sosyal sınıflar arasında derin bir uçurum yaratmak olduğunu önceki yazımızda belirtmiştik.
Terör odakları, sosyal sınıfların ayrımcılığını ortaya koyarken, bu sınıfları çeşitli gerekçelere göre böler. Terörün buradaki amacı, sınıfsal ayrımcılık konusunda her hususu değerlendirmektir. Kültürel neden, bu unsurlardan biridir.
Topluluklar, coğrafi konum ile sair nedenlerden dolayı, kültürel farklılıklar göstermektedir. Kültürel farklılık, geçmişe dayalı alışkanlıklardan, eğitimsel statüye kadar uzayan bir temele dayanmaktadır.
Siyasal süreci anlama, kavrama ve bu hususta öngörü sahibi olma, kültürel anlayışla ilintilidir. Ekonomik ve kültürel farklılıklardan biri diğerinin gerekçesi, diğeri ise birinin kaynağıdır.
Kültürel faktör, çok yönlü bir nedensellik ilkesine dayanmaktadır. coğrafi nedenler, ekonomik nedenler ve hatta psikolojik nedenler dahi, kültürel faktörün kollarını oluşturmaktadır.
Sosyo-Politik Nedenler
Hükümet politikaları, çoğu zaman muhalif tavırların kaynağı olmuştur. Devlet idaresini elinde tutanlar, geliştirdikleri siyasi uygulamalarla, bazı kesimlerin hoşnutsuzluklarına neden olmuştur.
Terör ise, bu kimselerin barındırdığı muhalif tutumları, bir eksende toplayıp, şiddetli ihtilaf odağı haline getirmek için özel stratejilerini kullanmaktadır
Dinsel Nedenler
Sosyal inanış ve ruhani duygular milliyetlere bazen de bölgelere göre farklılık göstermektedir. Genelde, bir ulusa ait tek bir dinsel kimlik olmasının karşısında, ulus egemenliğindeki özel kesimlerde de dinsel farklılık görülebilmektedir.
Bir ulusun manevi yaşamına sirayet eden dinsel unsur, teşekküllerin bakış açısına göre sınıflandırılmaktadır. Bir kesim, din duygusunu yaşamın kendisiyle özdeşleştirirken, başka bir teşekkül bu manevi duyguları abartarak, sahip olduğu dinsel kimliğin dünya üzerinde egemen olması gerektiğine ve bu uğurda her çatışmanın davası gereği olduğuna inanmaktadır. Dahası, kendileri ve kendileri gibilerinin bu amaç için seçilmiş özel askerler olduklarına da itibar etmektedirler.
Son yıllarda, din temelli terör hareketlerinin çoğalması, bu konu üzerinde ayrıntılı araştırmalar yapılmasına neden olmuştur. Bilim adamları ve otorite sayılacak din adamlarının genel kısmı evren üzerinde sahih sayılan hiçbir dinin, can alma veya terör yöntemini benimsemediğini ısrarla söylüyor ise de, abartılmış dinsel amaçlarını terör yöntemiyle kabul ettirmeye çalışan teşekküller buna itibar etmemektedirler.
Bireysel yaşamın, dinsel duygu ve tutumlara göre uygulanması bir sosyal haktır. Bu kimselerin, rejime muhalif bir tutum sergilemedikçe, samimi dindarlıklarını ifade etmeleri hak ve özgürlüklerin gereğidir. Ancak dinsel terör örgütleri, dindar kimselerin duygu ve inançlarını istismar etmekten kaçınmamaktadırlar.
Din duygusu, en hassas sosyal unsurdur. Bu hassaslık bazı teşekküllerce zaaf haline dönüştürülmüştür. Terörizm ise, bu hassas dengeyi kendisine göre sistemleyen bir strateji geliştirmiştir. Dinsel terör, halkı; sahip oldukları dinsel duyguların, otorite tarafından bilinçli olarak yok edilmeye çalıştığı yönünde kışkırtmaktadır.
Bu terör teşekküllerinin genel amacı, neferi olduklarını iddia ettikleri din unsurunu önce yerel ve sonra evrensel ortamda rejimsel anlamda kabul ettirmektir.
Din duygularının istismar edilerek, terör hareketleri haline dönüştürülmesi, insanlık tarihiyle özdeş bir stratejidir. Terörizm, amacında başarılı olmak için, toplumsal boşlukları, zaafları ve hassas olguları kullanır. Dinsel amaçlı terörizmin kaynak ve yöntemi budur.