Televizyon, yeni fikirlerin tohumlarını atıyor, düşüncelerimizi düzenliyor ve ne yazık ki, filmleri gerçek hayat sanmamıza neden oluyor.
Bu gençler bir ayda 914 kavga, 164 soygun, 120 aldatma, 224 cinayet, 179 kaza, 65 İntihar gördüler.” Günümüz haberlerinden alınma bir istatistik sanıyorsunuz değil mi? Yanılıyorsunuz. 1953 yılında, filmlerdeki yapay şiddetin gençleri nasıl etkilediğini göstermeye yönelik bir girişimden alıntı yaptık. Hayatımızın 1014 yılını TV karşısında geçirmemiz benzeri bir karşı tepkiyi körüklüyor: “Okulda şiddetin sorumlusu, insanları yönlendiren güçlü bir araç…”
Prof. Dr. John Murray, 30 yılı aşkın bir süredir televizyondaki şiddetin çocuklar üzerinde gelecekteki etkilerini araştırıyor. Yaptığı MRI görüntüleme çalışmaları ile televizyondaki şiddet görüntülerinin PTSD hatıraları ile aynı beyin bölgesinde saklandıklarını gösterdi. Bu görüntüler ve hatıralar, gelecekte kolayca geri çağrılabiliyor ve davranışları etkileyebiliyor. Dr. Murray’in Texas Üniversitesi ile ortak yaptığı bir çalışmada televizyonda şiddet içeren ve içermeyen program seyrettirilen 8 ergenin, fonksiyonel MRI ile beyin aktiviteleri ölçüldü. Çalışmanın sonucunda şiddet içeren görüntülerden sonra sağ beyin lobu ve limbik sistem etkinliğinde, duyumsal uyarılma bekleniyordu. Fakat ummadıkları iki alanda etkinlik gerçekleşti: Beynin sağ tarafında bulunan ve motor hareketleri planlayan premotor korteks ve travmatik olayları uzun süre hafızada saklayan posterior cingulate. Dr. Murray’e göre bu iki alanın aktivasyonu ile, izleyiciler TV’de şiddet olaylarını örnek alarak taklit edebilirler. Aynı zamanda şiddet görüntülerinin gerçek yaşam olayı gibi uzun süreli saklanmaları da söz konusu ve bunlar gelecekteki davranışlara rehber olabilirler.
İletişim araçlarının toplum ve bireyler üstünde olumsuz etkiler yarattığı fikri Platon’a uzanır. Platon, okuryazar olmasına karşın, yazının insanı dünyadan kopardığına ve ayrıntılara takılıp, sırları gözden kaçırmasına neden olduğuna inanıyordu (ezbere dayalı sözel kültürün hafızayı bilediğini düşünüyordu).
Hayatımıza girdiği 40’lı yıllardan bu yana, TV büyülü bir ev aleti olarak anlaşıldı. İnsanların vücuduna şırınga edilen güçlü bir ilaçtı. Savaş yıllarının (Soğuk Savaş dahil) acımasız propagandası bir yana, davranış psikolojisi de aynı yaklaşımı sergiliyor: Herkesin uygun uyaranlarla koşullandırılabilmesi… Freud’un psikanaliz yöntemini uygulayanlar da, medya araçlarının insanı hipnotize ettiğini düşündüler.
Büyük filozof Kari Popper’ın bir kitabı da televizyondaki şiddet ile gerçek hayattaki şiddet arasında doğrudan bağıntı kuruyor (hele, haberlerin gerçek şiddet olaylarından bahsettiği hatırlarsak). Şiddet maddi ve manevi olarak ele alındığında, Tom ve Jerry gibi çizgi filmler bile şiddet içerikli olarak kabul ediliyor.
Kalbinden vurma
Yıllardır, TV şırıngası tasarımının fazlasıyla basitleştirilmiş bir anlayış olduğunun farkındayız. Televizyon dili uzmanı İtalyan Nora Rizza açıklıyor: “Daha 4O’lı yıllarda, deneysel araştırmalar, iletişim araçlarının verdiği mesajların, bu mesajları alanların beklentileriyle tutumlarına bağlı olarak, değişik etkilere yol açtığını gün ışığına çıkardı. Örneğin, hoşgörülü şahıslar, ırkçı önyargıları yenmeye yönelik bir toplumsal kampanyaya olumlu bakarken, ‘ırkçılar’ fikir değiştirmiyorlardı. Tam tersi, düşün çelerini destekleyen kanıtlar buluyorlardı.”
Uzmanlara göre seçim kampanyaları da aynı koşula tabi: TV yargıları güçlendirebilir, ama dünya görüşlerini değiştiren sihirli bir değnek değildir. İnsanlar TV’yi seçici olarak izliyor, düşüncelerini onaylayan görüşlere katılıyor, onaylamayan bakış açılarını ise reddediyorlar.
Televizyon bağımlılığının olumsuz etkileri
� Beyin gelişimi üzerine araştırır yapan bilim insanlarına aşırı televizyon izlemek, analitik düşünme, okuma ve dil gelişimi için gerekli olan beynin sol yarısının uyarılmasını azaltıyor. Bu nedenle çocuklara 2 yaşına kadar televizyon seyrettirilmemesi öneriliyor.
� Televizyonun çocuklar üzerinde önemli etkilerinden biri de televizyon karakterlerinin çocuğun hayal dünyasında birer kahramana dönüşmesi ve kendisini bu karakterlerle özdeşleştirerek davranmaya başlaması.
� Öğrenciler arasında en çok zaman kaybına neden olan eylemlerin belirlendiği araştırmalarda televizyonun ilk sırayı aldığı görülüyor. Çünkü televizyon izlemeye başlarken kişide olan kontrol, izleme sırasında televizyona geçiyor ve öğrenci bunun farkına varamadan vakit uçup gidiyor.
� Televizyonun sağlığa zararlı etkilerinden birisi de ışığa duyarlı epilepsiyi tetiklemesi. Televizyondan yayılan kırpışan, parlak ışınların epilepsiye hazırlayıcı faktör olarak rol oynadığı kabul ediliyor. Yapılan bir araştırmada bir gözü kapalı iken televizyon seyreden epilepsili hastalarda EEG’de anormal beyin elektrik aktivitesi daha az görülmüş. 1997 yılında Japonya’da televizyonda yayınlanan Pokemon video oyunundaki parlak ışınlardan kaynaklanan epilepsi nöbeti şikayetiyle 700 kadar çocuk hastanelere başvurmuş.
Televizyonun sınırları
Araştırmacılar, bizi kalbimizden vurup fikrimizi değiştirecek yayınların, dolayiı bir tavır sergilemesi gerektiğini savunuyor: Sözgelimi, tanınmış bir fikir adamı, bir siyasi partiyi destekleyerek insanları yönlendirebiliyor. Ülkemizde de sıklıkla karşılaştığımız siyasi partilerin seçmenlerin özdeşlik kurduğu şarkıcıları, profesörleri bünyesine katmak için çırpınması hep bundan.
Televizyon kadiri mutlak değil, ama uzun dönemli etkileri var. Öncelikle, kitlelerin kanılarını pekiştiren çok güçlü bir propaganda aleti. Bu, başkalarını yanına çekmek yerine, kendi grubunu güçlendirmek demek. Alman uzman Elisabeth Noelle-Neumann, siyasal iktidarlar gibi güçlü gruplar fikirlerini kolayca ve yaygın ifade edebildiği için, yurttaşların onların haklılığına ikna olduğunu söylüyor. Sık sık tekrarlanan düşünceler kabul görüyor, karşı görüşler dolaylı yoldan baskılanarak unutulup gidiyor. Sonuçta, televizyon bir gündem yaratma, dikkati önemli olandan saptırma, “galeyana getirme” aracı. Nora Rizza’nın anlatımıyla: “Bu teori uyarınca, medya ve özellikle TV, bizi şuna buna ikna etmek yerine, ne düşüneceğimize karar veriyor.”
Afganistan savaşı terörizme karşı şanlı bir mücadele mi? Kaçınılmaz bir zorunluluk mu? Kendi çıkarları için yarattığı öcüyü döverek daha çok para kazanan bir zihniyetin ürünü mü? Televizyon bütün hakikatleri ortaya koymuyor, bazı soruları hiç sormayarak ya da yalan yanlış bilgiler sunarak, hatalı siyasal sonuçlara varmamıza neden olabiliyor: 1988’de,Neonazi ülküsünü savunmakla suçlanan, dönemin Alman Meclis Başkanı Philipp Jenniger bunun belirgin bir Örneğini oluşturuyor. Medya, sözlerini çarpıtmış, tek bir cümleyi bağlamından kopartarak sansasyon yaratmış ve rakip siyasilerin ekmeğine, belki imtiyaz ve rüşvet alarak yağ sürmüştü. Rizza devam ediyor: “Pek çok davranış ve olay TV’de anlatılmak üzere örgütleniyor. Bu anlamda, TV gerçekliği yeniden inşa etmeye kadir. En basiti, 11 Eylül katliamından sonra söylenenler ve insanların televizyona çıkmak için yaptıkları.”
Ekran kültürü
TV salgınını açıklamaya niyetlenen George Gerbner, devşirme teorisini geliştirdi: Televizyon insanların korkularını, kaygılarını devşiriyor ve kendi çarpık dünya görüşünü dayatıyor. ABD’de yapılan araştırmalar, TV başından ayrılmayan “koltuğa yatırılmış patateslerin” (coach potato), hayatı TV süzgecinden gördüğünü gösteriyor. “Bir haftada, herhangi bir şiddet olayına maruz kalma olasılığınız nedir?” sorusuna televizyon meraklıları yüzde 10 cevabını veriyor (oysa gerçek oran yüzde 1).
Amerikalılar korkuyor, korktukça silah alıyor ve insan insanı vurur, tabanca vurmaz gibi saçma propagandalarla silah almaya ikna ediliyor. Silah satılmazsa suç oranı düşmeyecektir deniyor, ama kimse, silah satılmazsa ateşli silahlara dayalı suç oranının elbette azalacağını söylemiyor. Ateşli bir silahla kolay adam öldürüldüğünden, vurulan birinin hayatta kalma şansının az olduğundan söz edilmiyor. Bütün bunlar, televizyonun kitleleri nasıl devşirip yoğurduğunun kanıtı. Rizza şöyle değerlendiriyor: “Her gün saatlerce televizyon izleyerek kendini devşirtilmeye müsait kılanlar, hoş zaman geçirmek için başka olanakları olmadığından mı böyle davranıyorlar? Çoğunun gerçek deneyimler yaşama olanağı yok ve belki de bu yüzden dünyaya televizyondan bakıyorlar. Yalnızca, alternatif sunarak gerçekten bağımlılık olup olmadığı değerlendirilebilir.” Yoksa, “yutturabildiğine” pompalayan TV zayıf adamın kâbusu olur