Parkinson Hastalığı Risk Faktörleri
Parkinson hastalığının bir numaralı risk faktörü nedir?
Parkinson hastalığının da bir numaralı risk faktörü, yaş. Yaş ilerledikçe Parkinson hastalığının ortaya çıkma sıklığı da artıyor.
Yani prostatta olduğu gibi, bunama da olduğu gibi. Kişi uzun yaşıyorsa, ister istemez riskler artıyor?
Uzun yaşamanın bedellerinden bir tanesi. Bir başka risk faktörü; anlamlı kafa travmaları. Anlamlı kafa travması ile kastettiğimiz, bilinç kaybına neden olacak kadar şiddetli kafa travması. Erkeklerde kadınlara göre biraz daha fazla görülüyor. Oran, l’e 1,5’tur. Buna karşın koruyucu faktörler de var mı diye bakarsak, şöyle bir ilginç gözlem var: Sigara içenlerde Parkinson hastalığı daha az görülüyor.
Belli bir yaşın üstündeki hastalarımız bundan etkilenirler mi sizce? Yani istemeden de olsa, sigarayı teşvik etmeyelim.
Bence etkilenmemeleri lazım. Çünkü sigaranın yaptığı o kadar fazla başka zararlar var ki… Ancak sigaranın içinde bazı maddeler olmalı ki belli bir koruyucu etki sağlıyor. Örneğin nikotin beyinde belli yerleri uyararak koruma sağlıyor olabilir. Bizim yapacağımız iş, insanlara sigara içmelerini tavsiye etmek değil, sigaranın içindeki hangi faktör gerçekten bu korumayı sağlıyor, onu saptamak ve o faktörü zararsız bir şekilde vermeye çalışmak. Onun için bu bulguyu aktarmakta hiçbir sakınca görmüyorum. Bu değişik çalışmalarda birçok kez gösterildi. Hatta başlangıçta herkesin ilk planda aklına gelen düşünce, sigara içenler erken öldükleri ve Parkinson hastalığı da daha yaşlı insanlarda ortaya çıktığı için doğal olarak böyle bir sonuç olabileceği şeklindeydi. Sonradan Çin’de bir çalışma yapıldı. Birkaç bin kişiyi alıp yıllar boyunca izlediler, sigara içenler ve içmeyenlerde kaç tane yeni Parkinson vakası ortaya çıktığına baktılar ve sigara içenlerde hastalığın daha az görüldüğünü onayladılar. Hatta bir “doz-cevap” ilişkisi dahi buldular, yani en çok içen grupta risk en az. Bir başka gözlem kahve ile ilgili. Kahvenin de belirli bir koruyucu etkisi olduğu düşünülüyor. Bu çalışmaların bizim için önemi, insanlara, “Sigara için ya da kahve için” demek bağlamında değil. Önemli olan, hangi mekanizmalarla bu etkiyi gösterdiklerini bulmak ve bunu hastalığın tedavisi için kullanmak.
Parkinson hastalığına ne kadar sık rastlanılıyor ve daha çok hangi yaşta görülüyor?
Parkinson hastalığı sıklığı yaşla artan bir hastalık. Ortalama başlangıç yaşı 55-60 arasında, ancak hastaların yüzde 5’inde 40 yaşın altında başlıyor. 60-65 yaş üzerindeki sıklığın yaklaşık yüzde 1 olduğu düşünülüyor. Bu yüzdeyi Türkiye’nin nüfus yapısına uyguladığınız zaman, bizim tahminimiz, ülkemizde 120 bin civarında Parkinson hastası olduğu şeklinde.
Alzheimer hastası sayısı yaklaşık 250 binlerde diye hatırlıyorum. Demek ki Parkinsonluların sayısı Alzheimer hastalarının yarısı düzeyinde kalıyor… Ancak yukarıda bahsettiğim gibi hastalık yüzde 5 oranında 40 yaşın altında başlıyor, onlar bu hesaba dahil değil. Biz bu gruba “genç başlangıçlı Parkinson” diyoruz. Bizim, sporadik dediğimiz, yani ailesel olmayan, her ailede rasgele ortaya çıkan Parkinson hastalığı daha ziyade ileri yaşlarda ortaya çıkıyor. Hastalığın başlangıç yaşı ne kadar düşerse genetik olma olasılığı o kadar yükseliyor, 30 yaşın altında başlayanların büyük kısmı, 20 yaşın altında başlayanların ise hemen hepsi genetik bozukluklara bağlı ailevi tipte vakalar. Parkinson hastalığının genç yaşlarda da ortaya çıkabileceğini bilmek önemli. Bazen, “Ama bu hasta 30 yaşında, bu yaşta Parkinson olur mu” diye hasta yakınları şüpheye düşüyorlar. Parkinson hastalığı çok genç yaşlarda dahi başlayabilir. Bizim gördüğümüz en genç hasta, belirtileri yaklaşık 14-15 yaşlarında başlamış bir hastaydı. Akraba evliliğinden doğmuş bir çocuktu ve bilinen bir genetik mutasyon taşıdığını saptadık.
Demek ki akraba evlilikleri de riski artırıyor.
Evet akraba evlilikleri ailevi Parkinson hastalığı riskini artırıyor. Buna karşın ırklar arası bir farklılık göze çarpmıyor.
Kırsal kesimde daha sık görülüyor
Peki yaşam biçiminin, iklimin etkileri var mı?
Yaşam biçimiyle ilgili şöyle ilginç bir gözlem var: Parkinson hastalığı, kırsal kesimde yaşayanlarda, şehirde yaşayanlara göre daha sık görülüyor. Kuyu suyu kullananlarda daha sık görülüyor.
Neden böyle peki hocam?
Tarımda kullanılan ilaçların rolü olabileceği düşünülüyor. Böyle düşünülmesinin sebebi 1980’lerin başına ABD’ye uzanıyor. O yıllarda Kaliforniya’da kısa bir süre içinde ortaya çıkan birkaç çok genç Parkinson hastası oradaki bir nöroloji uzmanının dikkatini çekiyor. Bu nörolog (Dr. William Langston) hastaların ortak özelliklerini araştırıyor. Bir kısmının kimya fakültesinde okuduklarını, kendi kendilerine uyuşturucu yapmaya çalıştıklarını anlıyor.
Yapmaya çalıştıkları uyuşturucunun adı MPPP. Öğrenciler, evlerinin bodrumunda küçük bir laboraruvar kurup, bu uyuşturucuyu imal etmek istiyorlar. Dr. Langston bu amatör laboratuvarın yerini saptıyor, gidip, imal ettikleri uyuşturucudan tüpte kalan son örneği alıp, analiz ettiriyor. Bakıyor ki, bu uyuşturucu MPPP değil, MPTP olmuş. MPTP yüksek oranda zehirli bir madde.
Bu zehirli madde, gençlerin beynini mi etkilemiş?
Evet, ancak beyinlerinin sadece bir bölgesini, Parkinson hastalığında da etkilenen başlıca bölge olan siyah çekirdeği. Sonradan yapılan deneylerle anlaşılıyor ki bu madde, sadece siyah çekirdekteki hücreleri öldürüyor başka bir yere dokunmuyor. MPTP‘nin, bu çok seçici zehirli özelliği Dr. Langston’ın gözlem yeteneği ve meselenin peşini bırakmayıp iz sürmesi sayesinde Parkinson hastalığı tarihinde çok önemli bir bulgu haline geldi. Siyah çekirdeğe siyah rengini hücrelerin içinde bulunan nöromelanin adındaki bir madde veriyor. Sadece nöro-melanin içeren hücreler MPTP‘yi içlerine alıyorlar, bu yüzden de MPTP sadece bu hücrelere zarar veriyor. Sonradan MPTP‘nin kimyasal yapısına bakıldığı zaman tarımda kullanılan bazı ilaçlarla yapısal olarak büyük benzerlik gösterdiği anlaşılıyor. İşte Parkinson’un tarımsal ilaç kullanılan yerlerde daha sık olabileceği tezi de buradan çıktı.
Gerçekten şaşırtıcı bir hikaye, Dr. Langston nereden ne bilgilere ulaşmış. Sanırım pozitif bilimlerde hiçbir şey tesadüfi değil.
Evet katılıyorum, Pasteur’ü hatırlayın; “Şans ancak yetişmiş kafalara yardım eder.” Dr. Langston şimdi Kaliforniya’daki “James Fox Parkinson Enstitüsü”nün direktörü. MPTP‘yi keşfetti ve Parkinson alanındaki araştırmalara önemli katkılarda bulundu. Artık bu madde hayvan modellerinde kullanılıyor, örneğin maymunlarda oluşturulan Parkinson hastalığı modelinde. Biliyorsunuz, ilaç araştırmalarının ilk safhaları hayvanlar üzerinde yapılıyor. Maymunlara MPTP verildiğinde insanlardaki Parkinson’a benzeyen bir tablo ortaya çıkıyor. İşte yeni ilaçları insanlarda araştırmaya geçmeden önce bu tip hayvan modellerinde test ediyoruz. Onun için MPTP‘nin hem hücre ölümünün mekanizmasının anlaşılması, hem de laboratuvar hayvanlarında model oluşturulması açısından bize büyük katkısı oldu.
Genetiğin rolü
Tekrar hastalığın genetik yönüne dönersek…
Parkinson hastalığının ailevi yönünü aynı Alzheimer hastalığında olduğu gibi 2 başlık altında incelemek mümkün: Birincisi ailevi yatkınlık. Eğer birinci derece akrabalarda hastalık ortaya çıkmışsa Parkinson’a yakalanma riski ailede olmayanlara göre 2-3 kat kadar daha yüksek oluyor. İkincisi ise, doğrudan doğruya ailevi tipte Parkinson hastalığı. Bu konudaki bilgilerimiz özellikle son 8-10 yıl içinde hızla arttı. Bugüne kadar tam 10 tane ailevi Parkinson tipi olduğu belirlendi. Bunların bir kısmı, “çekkin genler” bir kısmı ise “baskın genler” ile oluşuyor. Biliyorsunuz insanlar her genden iki tane taşırlar. Birisi anneden, diğeri de babadan gelir. Çekkin genlerle geçen hastalıklarda, eğer kişi sadece bir tane bozuk gen taşıyorsa sorun yoktur. İki tane bozuk gen bir araya geldiği zaman ise hastalık ortaya çıkar. Akraba evliliğinde bu tip, çekkin genlerle taşınan hastalıkların daha sık ortaya çıkmasının nedeni, akrabaların aynı gen havuzundan gelmeleri. Eğer o ailede bir genetik bozukluk varsa ve aynı aileden iki kişi evlenirse, iki bozuk genin bir araya gelmesi olasılığı yükseliyor…
Baskın genlerden söz edersek?
Parkinson hastalığının bazı türleri de, baskın genlerden kaynaklanıyor. Bu tip, baskın genlerle taşınan genetik hastalıklarda bir tek bozuk gen hastalığın ortaya çıkması için yetiyor. Bugüne kadar 10 tip ailevi Parkinson hastalığının 5’inin genleri tanımlandı. İşin ilginç tarafı bu genlerin hemen hepsi hücre içinde bazı proteinlerin yapımı, daha ziyade de eskimiş proteinlerin yıkımı ile ilgili.
Bu gelişmeler ne kadar zamanda oldu?
Son on sene içinde. İlk önce İtalyan kökenli geniş bir ailede ilk Parkinson geni tanımlandı. Bu gen baskın tipteydi. Hemen ardından ilk çekkin gen Japonya’da bulundu. Arkasından da hızla diğerleri gelmeye başladılar.
Biraz da ailevi veya genetik Parkinson hastalığının özelliklerinden söz edelim mi?
Özellikle çekkin genlerin yol açtığı ailevi tipte Parkinson, çok erken yaşta başlayabiliyor. Bunun yanında hastalar Parkinson hastalığı için tipik olmayan bazı belirtiler de gösteriyorlar. Baskın genlerin yol açtıkları ise farklı farklı. Bazen aynı ailede, aynı geni taşıyanlara bakıyorsunuz, bir kısmında erken yaşta başlıyor, bir kısmında geç başlıyor. Sonuç olarak hastalık genç yaşta başladıysa ve atipik özellikler de gösteriyorsa, o zaman genetik olmasından şüpheleniyoruz. Ama diğer yönden her genetik tipte Parkinson hastalığı da genç yaşta başlamıyor veya atipik özellikler göstermiyor. Genetik kökenli Parkinson hastalığının bazı tipleri sporadik dediğimiz kalıtsal olmayan tipten hiç farklılık göstermiyorlar.
Gerek Alzheimer, gerekse Parkinson hastalığı ile ilgili hâlâ bilemediğimiz çok şey var.
Mekanizmasıyla ilgili binlerce bilim adamı çalışıyor. Ama nasıl oluyor da o tetiği çekeni hâlâ bulamadık?
Bu soruyu bazen hasta yakınları ve hastalar da soruyorlar. “Nasıl olur da bunun çaresi hâlâ bulunmaz. Tıp o kadar ilerledi ki” diyorlar. Ancak bu hastalıkların çaresinin bulunması demek, hele hücre ölümünü durdurup geriye döndürmek demek, aşağı yukarı hayatın sırrını çözmekle eşdeğer. Eğer hücre ölümünün nasıl olduğunu ve onu durdurmanın yolunu bulursak bir anlamda insanların yaşlanmasını, hatta ölmesini engellemenin yolunu bulmuş oluruz. Hücre ölümünün mekanizmasını anlamak ve bundan sorumlu olan genetik şifreyi çözmek neredeyse hayatın şifresini çözmek gibi. Bunu yapmak düşünüldüğü kadar kolay değil.
Bu hastalıkları çözseniz de yerine mutlaka başka hastalıklar gündeme gelecektir. Biliyorsunuz on beş-yirmi yıl önce hiç bilmediğimiz bir dolu hastalık ortaya çıktı.
Tarihsel olarak baktığınızda da bu böyle, doğa ile savaşımızda hep yeni engeller çıkıyor, biz de onların üstesinden gelmeye çalışıyoruz. Belki bu hastalıkların çözümlerini bulursak dediğiniz gibi ortaya başka hastalıklar, sorunlar çıkabilir. O zaman da onlarla savaşmaya başlarız.