Uzun yaşamanın bedeli, Alzheimer Nedir
Ortalama yaşam beklentisi uzuyor. Kuzey ülkelerinde 90’lara dayandı dediniz. Diğer taraftan çevresel faktörler açısından da bir kötüye gidiş söz konusu. 21. yüzyılın başı ile geçtiğimiz yüzyıl içinde bu çevresel faktörler aleyhimize çalışıyor. Belki daha uzun yaşıyoruz ama o oranda iyi yaşıyor muyuz?
Bu soru, yaşlılığın beyin hastalıklarına geçiş yapmak için çok güzel bir fırsat. Örneğin 20. yüzyılın başlarında “Alzheimer hastalığı” çok nadir bir hastalık olarak düşünülüyordu. Zira ortalama yaşam beklentisi 40 yıl civarındaydı. Alzheimer hastalığının ortaya çıkışı ise ortalama 65 yaş civarında. O yıllarda insanlar 65 yaşını göremedikleri için de hastalık sık görülmüyordu. Beynin yaşlılıkla gelen hastalıkları için, bir anlamda, uzun yaşamanın bize ödettiği bir bedel diyebiliriz. Eğer erken ölseydik, yaşlılıkla bağlantılı beyin hastalıklarından haberimiz olmayacaktı.
Demek beyin hastalıklarından o yıllarda pek kimse ölmüyordu…
Tabii. Örneğin 20. yüzyılın başlarına bakarsak, ölümlerin büyük kısmı başka sebeplerden oluyordu. Mesela ilk bir yaş içinde gerçekleşen bebek ölümleri ile enfeksiyon ölümleri çok fazla. Penisilin’in, arkasından diğer antibiyotiklerin bulunmasıyla enfeksiyon ölümlerinin büyük ölçüde önüne geçildi. Bebek ölümleri ki uygarlık düzeyinin doğrudan göstergesi olarak kabul edilir, hızla azaldı. Neden? Doğum öncesi, doğum sırası ve doğum sonrasında bebek ölümlerine sebep olan faktörler iyi anlaşıldı ve tedbirler alınmaya başlandı. Böylelikle doğal yaşlanmanın yolu açılınca da organların doğal yaşlanması sonucunda ortaya çıkabilecek hastalıklar daha sık görülmeye başlandı. Beynin yaşlılıkla bağlantılı hastalıklarının giderek artmasının altında bu sebep yatıyor. Beynimiz gibi bazı organlarımızın normal işlev görebilmeleri için belli sayıda hücreye ihtiyaç duyduklarını düşünürseniz yaşlanma sürecinde oluşan hücre kaybı sonucunda kalan hücre sayısı eşik değerin altına düşüyor ve işlev kaybı ortaya çıkıyor.
Beynin “yavaşça” ölmesi diye bir şey söz konusu mu?
Tabii ki. En klasik, en sık gördüğümüz örneği “Alzheimer hastalığı” ve diğer benzer hastalıklar. Bu durumlarda beyin yavaş yavaş hücrelerini kaybederek artık işlev göremeyecek hale geliyor. Biz bunlara “beynin dejeneratif hastalıkları” ya da “hücre kaybı ile oluşan hastalıkları” diyoruz. Bu tip hastalarda beynin denetiminde gerçekleşen tüm işlevler yavaş yavaş bozulurlar. Bu sürecin yıllar içinde, yavaş gerçekleşmesinin sebebi beyin hücrelerinin yavaş yavaş ölümüdür.
Beyin hep kendi hastalıkları sonucu mu yoksa bazen de dışarıdan etkenlere maruz kalarak mı ölüyor?
Beynin dışarıdan etkenler sonucu hızla zarar görmesine en klasik örnekler enfeksiyonlar, zehirlenmeler, travmalardır. Örneğin beynin bir kısmı çapma sonucu ezilip parçalanırsa beynin o bölgesi ölür. “Büyük beyin” dediğimiz beyin yarıküreleri bize duygularımızı, anılarımızı, düşüncelerimizi, kimliğimizi sağlar. Eğer büyük beyin ciddi hasar görürse bu işlevler de ortadan kalkar. Ancak beyin bu kadar önemli bir organ olmasına karşın, ilginçtir, kalbin atması veya vücudun diğer organlarının kendi başlarına çalışması için büyük beyne ihtiyaç yoktur. Soluk alıp verme, kalp atışlarının düzenlenmesi gibi temel işlevler, beyin yarıkürelerinin hemen altında bulunan ve daha ilkel düzeyde çalışan “beyin sapı” tarafından idare edilir. Beyin sapı sağlam olduğu takdirde büyük beyin harap olsa bile vücut kendi kendine çalışabilir. Hatta böyle bir insan yıllarca yaşayabilir. Halk arasında, “makineye bağlı yaşıyor” diye bilinen hastaların çoğu böyledir. Soluk alıp verir, kalbi çarpar, ama hiçbir şeyin farkında değildir; bir bakıma sürekli uyku halindedir. Beyin oksijensizliğe ve kansızlığa yaklaşık dört-beş dakika kadar dayanır. Eğer o dört-beş dakika içinde kalp tekrar çalışıp beyne kan pompalamazsa, beyin hücreleri ölmeye başlar ve sonuçta beyin ölümü gerçekleşir. Kalp ne kadar geç çalıştırılırsa o kadar çok beyin hücresi ölür.
Peki, beyin eşittir sinir sistemi mi Sinir sistemi biraz daha geniş bir kavram. Beyin, sinir sisteminin uç organı, tepesinde oturan organdır. Onun altında beyin sapı ve beyincik varlar. Beyin sapı, omurilik ile devam ediyor, omurilikten sinir kökleri çıkıyorlar, sinir köklerinden de sinir dalları çıkıyorlar ve bütün kaslara, bütün organlara yayılıyorlar. Beyin, koordinasyonun, algılamanın yapıldığı en yüksek organ. Aslına bakarsanız sinir sisteminin görevi çok basite indirgenebilir. Sinir sistemi, duyu organlarımız sayesinde dışardan gelen uyarıları, bilgileri algılar, vücudun içinden algıladığı veri ve bilgilerle ihtiyaçları ölçer, o güne kadarki deneyimler ve öğrendikleri temelinde de ihtiyaçlara, çevre şartlarına uygun kararlar verip, uygulanmasını sağlar. Peki bunu yaparak temelde neye hizmet etmeye çalışıyor? Hayatta kalmaya! Bütün canlıların değişmeyen, temel tek bir hedefi vardır; hayatta kalmak! Beyin ve sinir sistemi de hayatta kalmayı sağlayan temel organ ve sistemdir.
Sinir sistemi hayatta kalmamızı sağlıyor
Bunu biraz daha açar mısınız?
Sinir sistemi sürekli olarak dışardan gelen tüm uyarıları algılıyor. Çünkü bu sinyallerin iki olası anlamı var: Ödül ya da tehlike. Bu uyarıları beş duyumuzla; duyarak, görerek, koklayarak, tadarak ya da dokunarak algılıyoruz. Bir de belki altıncısı var, o da içgüdülerimiz. Beyin, olası tehlikeleri ve yararlı olabilecek tüm uyarıları algılıyor, değerlendiriyor. Bir taraftan da vücudun içinden ulaşan mesajlar ve sinyallerle vücudun ihtiyaçlarını ölçüyor. Örneğin ekmek görüyorum. Bu, yaşamak için benim işime yarayabilir. Peki, ama o an ekmeğe ihtiyacım var mı? O an beyin açlığımı ölçüyor. Yani beyin bir taraftan dışarıyı algılarken, bir taraftan da vücudun içini sürekli olarak tarıyor. Eğer cevap, “Evet acıktım, ekmeğe ihtiyacım var” ise iki temel unsur bir araya gelmiş demektir: Olası bir ödül olan ekmek ve yaşamı sürdürmek için temel bir ihtiyaç olan açlık. Şimdi üçüncü unsur artık değerlendirmeye almıyor. “O ekmeği alabilir miyim, o ekmek benim mi, almaya hakkım var mı?” İşte orada deneyimlerimiz, üstyapı sistemlerimiz devreye giriyor, diyor ki: “Evet, sen bu ekmeği alabilirsin ama bedelini ödemen lazım; para ver.” İşte bu değerlendirme, beynin o güne kadar depoladığı bilgiler çerçevesinde gerçekleştiriliyor ve sonra beyin buna yönelik hareketi, cevabı hazırlıyor. Diyor ki: “Ekmeği almak için şimdi git cüzdanını çıkart, parayı ver, al ve yemeye başla.” Bu amaçla da ilgili kaslara hareket emri veriyor.
Bu hiyerarşik düzen içinde hangi organlara yer var? Bu hiyerarşik düzen içindeki yapılar beyin, beyin sapı, beyincik, omurilik, sinir kökleri ve sinirlen Örneğin organlarımıza, kollarımıza, bacaklarımıza yayılan sinir uçları olduğunu söyledim. Bunlar ne işe yarıyorlar? Dokunma duyusunu algılıyorlar. Dokunduğum zaman parmak uçlarımla masanın sertliğini algılıyorum. Bu sinyaller sinirlerden sinir köklerine, sinir köklerinden omuriliğe geçiyor. Omuriliği bir otoban gibi düşünün. Yukarıdan aşağıya gelen ve aşağıdan yukarıya giden uyarıların, sinyallerin geçtiği bir otoban… Algılanan sinyaller yukarıya, beyne yollanıyor, beyin bunları algılayıp gerekli cevabı hazırlıyor. Bu cevap aşağıya doğru iletiliyor, yine otobandan geçip kaslara ve iç organlara ulaşıyor. Mesela dokunduğum yüzey çok sıcak, sıcak olduğunu algıladım, yukarıya sinyal gitti, hemen cevap geldi: “Elini oradan çek!” Ve elimi çekmemi sağlayan kaslar çalıştılar. Özet olarak sinir sistemi dediğimiz sistem, çok organize, hiyerarşik bir düzen içinde çalışan bir sistem. En tepedeki kumandan beyin, altında soluma, kalbin atması gibi daha basit, daha temel işlere bakan beyin sapı. Onun altında ise otoban, ulaşım sistemleri, nakil sistemleri; yani aşağıya emir veren, yukarıya bilgi getiren yollar.
Beyin nakli yapıldı mı biç?
Böyle bir deneyi maymunlarda yapmaya çalışan birisi vardı. Bildiğim kadarıyla insanlarda böyle bir girişim hiç olmadı. Maymunlarda da olumlu sonuç vermedi.